13 Aralık 2016 Salı

Geçmişim ile aramda bir bağlantı var.
Sorgu sual, işte bu bağ.
geçmiş; ben ondan koptukça kişiliksiz ve fakat kavramsal.

bir zamanlar geleceği kavramlarımın üstüne döken ben,
o kavramlar bugünleştikçe somutlaştıkça, kişileştikçe gözümün önünde,
geleceğim ve bugün arasında bir kocaman mesafesinden başka bir şey kalmıyor.

geçmişim; bugün ve gelecek birbirine yaklaştıkça benden uzaklaşıyor.
geçmişim büyüdükçe, eskiden olan bütün benlikler, büyük bir balonun içine sıkışmış gibi,
geçmiş zamana sıkışıyorlar.

bilseydik yapmazdık böylesini!
kim?
her an kendi içinde yeni bir ben tanımlamaya devam ediyor.
fakat an geçtikçe tüm bu benliklerim gitgide daha önemsiz!
sanki bir hamamböceğinin kocaman bir ayak tarafından ezilmeden önceki son adımı gibi,
her an, her ben o sona bir adım yakın.

-bu durum, sonun gelmeyişindeki sabırsızlığımızla birleşince, kendi içinde bir sonsuzluk,
bu sonsuzluk algısı da bir zamansızlık hissi yaratmadı değil ancak,
bu zamansızlığın içinde kendisini sabit hisseden herkesin başına geldiği gibi,
dünyanın dönmesi dahil etraftaki bütün saatlerin çalışması ve bütün pisliklerin algoritmik şekilde birbirleri arasında döngü yaratması yine de zamanın kendi benliğimiz dışında ilerlediğini göstermeye devam etti.-

 İŞTE BU EN BÜYÜK UYUMSUZLUĞUMUZDU O VAKİT!

Hangi vakit?
o an hangi beni yarattı, o ben hangi şartların içinde yitip gitti bir sonraki ana kadar?

bu sarmal düşünüş, bir delirme imkanı da vermiyor değildi. delirme imkanımızla zamanın gidişatı arasında küçük oyunlar tutuyordu bizi düzlükte.

Konu delirmekse, zaman size hizmet eder. Mesela, zamanı her durdurmak istediğinizde bir kapı da açılır sonsuz deliliğe. Geçmişin orda olduğunu bile bile orda kalmak istemeniz bir deliliktir. Bunu istemenizin imkansız olması karşısında deliliğe imkan sağlamadığını reddedemezsiniz.

Zamanın geçmesiyse tek istediğiniz; istediğiniz kadar zamanın geçmiş olduğunu düşünmek için, yeteri kadar zamanın geçmesi için sabretmek tek seçeneğiniz değildir. Tam da ikinci seçeneği aramaya başladığınız noktada delilliğin kapıları ardına kadar açılır sizin için.

Unutmayın, deli olmak sizin tercihiniz. Hem bugüne kadar kolunuzdaki saat çalıştı da n'oldu?

1 Aralık 2016 Perşembe

Sahne aydınlandığında bir kaç eski masa ve sandalyelerin orada olduğu görülür. Sahne biraz daha aydınlandığında dekorun bir kafe olduğu görülecektir. ancak bir ampul patlaması sesiyle sahne aydınlatması ilk haline döner. ilk kişinin girdiğinin tersi yönden kravatlı yahut papyonlu bir beyefendi, yüksek perdeden beyefendi, sanki az sonra önüne gelen kahveyi beğenmeyecek bi tipi varmış gibi duran bir beyefendi içeri girer. ışık bu beyefendinin takibindedir ancak beyefendi ışıktan kaçmaya çalışır, kısa bir yakalamacanın ardından beyefendi pes eder.

Beyefendi: Bir fıkra anlatacak kadar vaktimin olup olmadığını sordular. hay hay dedim. ama gülmezseniz suçlusu ben değilim. kabul edildi. sahnenin arkasına aldılar, bir kaç makyaj yaptılar birkaç düzgün kıyafet verdiler. bir baston elime tutuşturdular. sesi duyunca çık dediler. Hangi ses? diye soracak oldum ki, itin biri itti beni, kendimi burada buldum.

Efenim selamlar, ben bugün burada size bir fıkra anlatacağım. komik olmasını beklemeyin lakin, fıkranın kendisi komik olsa bile ben komik bir adam değilim. biliyorum şurda ayağım takılsa ve düşsem hepiniz daha çok gülerdiniz ancak, tiyatroda esprilerime görsellik katma konusunda oldukça yeteneksizim. bu yüzden anlatacağım fıkranın içinde oldukça garip sesler çıkartmaya çalışacağım ki belki gülersiniz. Ya da iyisi mi hiç uğraşmayayım, size Sosis diyeyim. SOSİS. -cebinden uzun bir sosis çıkartır, seyircilere doğru sanki bıçak tutuyormuş gibi doğrultur.- İşte bu bir sosistir.-kıl herif ona yaklaşana kadar öyle kalır.-



23 Eylül 2016 Cuma

Hakim, dün gece altı aylık bir bebeği tutuklamış.Bütün deliller ve şüpheler, etraftaki bütün darbe teşebbüsleri bebeği gösteriyormuş. 

gece tutuklamış, sabah ilk iş kodese atacaklarmış da insafı varmış polis amcalarının, annesini beklemiş.

Bebişin annesi eski savcı (artık eski), söylence o ki savcı olmak için bi kaç el öpmüş. El öpmekte bi problem yok da yanlış el öpmüş. 

Annesi yanlış eli öpmüş demişler diye bir bebeği tutuklamış hakim amca dün gece. Hakim amca tutuklamasaymış hakim amcaya da öpmüş diyebilirlermiş, bu da başka bir söylence.



  

9 Ağustos 2016 Salı

Ellerinden kanlar hala damlıyordu sanki yere adamın,
O eller belki bir toplumun elleriydi,
kanlarsa bir toplumun çocukluğunun.

O kanlara, o ellere ve o topluma rağmen,
adam masum olduğundan emindi:

"Şimdi sayın savcım, benim size diyeceklerim var.
Kredi borcum vardı, battım.
güzel günler de görmüşlüğüm vardır,
zamparalık da yaptım.
trilyonluk adamdım.

Görmedim savcım,
hani ben belki bugün onun mendil sattığı metro istasyonundan geçtim,
onu o zaman nasıl görmediysem,
bu sefer de görmedim."


Gecenin yarısı sokakta kalan  Suriyeli bir çocuk,
yolun karşısına geçerken
neden ışıklara uysun?
Hangi kural onun içinmiş ki sanki bugüne kadar,
kırmızı ışık onun için olsun?
Veya hangi ışıktan medet umsun?

"yine de kırmızı ışık olunca durulur" dedi savcı,
dilenci çocuğun ölüsüne seslenerek.
...








Adalet
Adliye
Adalet
Adliye

12 yaşında küçük bir kız çocuğu,
düşünürken kendisini, adaleti ve annesini,
gözü  themisin memesine takılır.

eh ayıp yoktur memede, eğer örtülüyse.

insanın kendisini küçük hissettiği bir boşlukta,
küçücük bir insan.
kaybolmamak için adliyenin adaletinde,
eli annesinin elinde:

"9. Aile mahkemesi nerede?"

Adliye avlusunun insanlarla doldurulamayan boşluğu,
bir kaç dakika içinde küçük bir kız çocuğunun sorularıyla taşacak,
fakat bu sorular avukat ablaların topuk sesleri ve mübaşir amcaların
sanki yaz tatilinde kumsalda mısır satıyor gibi adalet sattığını düşündüren
sıcaktan veya başka birşeyden bunalmış çığırmaları arasında kaybolacaktır.

Elbet 9. Aile mahkemesi bulunacaktır,
çocuk adaletle elbet tanışacaktır.

Ancak hikayemizin ve hayal gücümüzün kendi kendini ters taklaya düşüreceği,
Themis'in ve pembe dosya perilerinin hikayesi
küçük kızımızın, annesinin ve Themis'in memesinden ibaret kalacaktır.

Şöyle ki;

duruşmadan çıktığında çocuğumuzun aklında kalanlar aşağı yukarı şunlardır:

- Bir meme, ama Themis'in değil, babasının elinde fakat annesinin değil,
- Kurtarıcım değil ama bir peri, pembe değil fakat cübbeli.

Küçük kız 9. Aile Mahkemesi'nde gördüklerinden yine de kendine göre bir peri masalı çıkarmıştır:

" Themis'i gördüm, hiç de kılıçlı değil, gözleri kapalı değil ama memesi kapalı. Memesi açık biri var hikayede ama themis değil.

G.D.

Onlar ersin muradına, biz annemle çıkalım nafakasına"

Kızımız çıkarken adliyeden, Themis heykelinin kudretine sırtını dönmek biraz içine sinmese de, bu sefer de gözüne "adliye" yazısı takılır:

Adliye
Adalet
Adliye
Adalet...












19 Mart 2016 Cumartesi

KİŞİ- Meraba... yine bir şeylerin sonlarındayız. yolculuğumuzun tam da bu aşamasında, suçu tanrılara atmanın anlamsızlığını öğreneceğiz. Oysa ki onlardan nefret etmemize onların var olduğunu kabul etmemiz de dahildi. küfürler edip, içimizi rahatlatmaktan başka bir işe yaramayan bu sürecin sonunda yine başımıza çok boktan şeyler geldi. bu boktanlık içerisinde dua ederken -şuna biz "neticei talep" diyelim, dua çok teoloji kokuyor- istediğimiz şeylerin ne zaman gerçekleşmesini istediğimizi de söylememiz gerekiyor.  hal o ki tanrılar ebedi  yani "zamansız" olduklarından "hemen" kelimesinden pek bir şey anlamıyorlar. sonra sınavlarla ödüller karışınca iş boka sarıyor. hatta ödülün kendisi bir sınav halini alıyor. "ödevlerini yaparsan iyi not alırsın" veya adam smith'in klasik "para-çokomel" takasları tersine dönüyor. önce iyi notlar alıp, ders çalışmayı taksitlere bölmeye filan çalışıp, kendimizi kredi kartı borcu batağında bulabiliyoruz. halbuki başka bir oyunun sahne arkasında bulunan bir silah, gelip izlediğin oyunda senin yüzüne doğrultuyor. Hanımlar beyler, biliyorsunuz ki bu sahnede bir silah varsa o silah muhakkak patlayacaktır.

(cebindeki silahı çıkarır ve seyircilere doğrultur.)

Aramızda silahın patlamasını isteyenler var mı?-tehditvari hareketlerle, ortamı olabildiğince germeye çalışarak- bakın bu silah elbet patlıycak. gelin en az zararla çıkalım bu işten. söyleyin bana bu silahın patlamasını isteyen var mı? Hanımefendi siz? sanki kocanızdan nefret ediyormuş gibi duruyorsunuz. sizi bu dertten kurtarabilirim.

-silahı havaya doğrultur, bir tane havaya sıkar,. ardından az önce silah doğrulttuğu kadına dönerek-

Tanıdığım iyi bir boşanma avukatı var. size telefon numarasını verebilirim. 

-sahnede dolaşmaya başlar, anlatacak bi derdi vardır-

hayat bize hep kurallar dayatıyor, kuralların gerçeklikle ilişkisini kurmadan o kurallara uymak, onlara göre hareket etmek zorunda kalıyoruz. bir süre sonra bu kurallar bizim gerçekliğimiz oluyor. Örneğin, bir silah var, sahnede. dolayısıyla bu silah elbet patlayacak, bu fikri gerçek kabul edip ardından oyundaki hangi karakterin öleceğini düşünmeye başlıyoruz. Oysa gördünüz, silah varsa ölüm vardır veya olacaktır demek, bu tip toptancı kabuller bizi bu hale getiriyor. toptancı.

-Sahnede bulunan fırına doğru ilerleyerek-

Şimdi burada fırın var diye ben size kurabiye pişirecek miyim? sanıyorsunuz.- o sırada kurabiye hamurlarını tepsiye dizmeye başlar-

 


9 Şubat 2016 Salı

küçük bi şehirdeki minik bir hikayesin artık. önemsizsin. kimseye mal olmadın, kimseye de mal edemezsin, yoksunluğunu. yaşamdan yoksun, umuttan yoksun olan bu durumunu dert etmeyişin, basiretinden yoksun.

kaybeden ve kaybedecek oluşun kronik. uçurtma metaforları da kurtarmıyor. Kazanmanın anlamını unuttun. Ne olsaydı kazanmış olurdun?

Bir senedi sonradan doldurmak gibi değil hayat, çocuğunu döven bir babaya velayet davası açmak kadar kolay da değil. Çocuğunu döven bir baba için hayat zor, babasından dayak yiyen bir çocuk için de öyle. Olanları uzaktan izlemek zorunda olan bir anne için de zor. Bu kadar zorluğun içinde bir "kurtarıcı" sıfatı da yüklenmekten son anda sıyrılarak bir velayet davası kazanmak çok kolay. Bir de bu yüzden para almak, güldürüyor adamı. Babalar, siz dövün! Dövün ki ben de paramı kazanıyım.Siz çocuklarınızı dövmeseniz biz avukatlar para kazanamayız. 

Neyse ki bu memlekette çocuklarını döven babalar kronik. Biz de bu yüzden çocuklar babalarından dayak yediği için değil de çocukları onları döven babalarından velayetini almak için para kazanıyoruz. Yani ekmek gibi, su gibi. Sürekli birilerinin bir yerde çocuğunu döven bir babadan çocuğu kurtarmak için dava açması gerekiyor. Yani insanlık tarihi boyunca biz yemek yemeye nasıl ihtiyaç duyduysak, artık zamanın her safhasında çocuğunu döven bir babaya velayet davası açacak bir avukata da ihtiyaç duyuyoruz. Bu yaptığım işi meşru kılıyor işte. 

Yaptığım işi meşrulaştırmak için, uğraştığım psikopatlıkların, kötülüklerin, insan öldürmelerin, dolandırmaların, işten atmaların, kazık atmaların bu toplumun bir parçası olduğunu kabul etmem  gerekiyor. Hem zaten yasalar da bu mantıkla yazılmıyor mu? dolandırılmak kronik olmasaydı bir toplum için, dolandırıcılık suçunun bir yasa ile düzenlenmesine ne gerek olurdu?

Peki dünyadaki bütün toplumların bağlı kılındığı yasalarda tüm bu kötülüklerin cezalandırılacağı düzenlenmişse, toplumdaki bu hastalıklı kısmın, - suç işleyen insanlar toplumun alerjik kısmını oluşturuyorsa eğer-  tüm toplumlarda olduğu sonucunu çıkarabiliyoruz. Ceza Kanunları'ndaki binlerce suçun, diğer kanunları da katarsak milyonlarca kusurun hukukta bir karşılığı olduğunda bu hastalığın ne kadar yaygın olduğunu kestirebiliyoruz. Hukuk işte bu kusurların dengelenmesi için var elbette, ama tüm bu kusurların toplumun tanımlanmasındaki yeri nedir?

Yani "bizim kanunlarımızla dolandırıcılık yasaklanmıştır, ama dolandırıcılık yapanımız da çoktur" derken aslında düz insan olarak, standart insan olarak toplumu oluşturan bireyi de tanımlamış da olmuyor muyuz? Tamam hepimiz dolandırıcılık yapmıyor olabiliriz, ama birine hakaret etmişizdir ya da hakaret etmediysek eşimizi aldatmışızdır, eşimizi aldatmadıysak borçlarımızı ödememişizdir, borçlarımızı ödemişsek, evrakta sahtecilik yapmışızdır vs. vs. Kusursuz insan yoksa, kusursuz toplumu öngören yasalar neden var? Yasalar olan toplumu yansıtmıyorsa, bireyler ideal toplumun ideal bireyleri değilse, biz ideal yasalar yapmaya neden bu kadar kafa yoruyoruz? İdeal toplum olarak önümüze konan değerlere aykırı tutumlar bir toplumda bu kadar yaygınken, yasaların ne değeri kalıyor ki?

Belki de bu bir hsatalık değildir. Biz aslında suç işleyen, birilerine kazık atan insanlardan bahsederken toplumun yapısından bahsediyoruzdur. Tüm toplumlarda hukukun Haklı/haksız ayrımı konusunda bir araç olarak kullanıldığını düşünürsek, hukukun işlemezliği oranında haklı/haksızın belirlenmesi hukuktan bağımsızdır. İşte bu noktada toplum için haklı olanla hukuk için haklı olan birbirinden ayrılmaktadır. Bu örnekte toplum; aslında yapısal olarak ve hukuku işlemez kılarak kendi içinde haklı/haksız problemini otomatik olarak çözmektedir. Bu noktada yasalara bağlı olmakla yemin eden herkes için iki seçenek ortaya çıkmaktadır. Çünkü yasalar toplumun mevcut yapısını yansıtmamaktadır. Toplumun kuralları ile hukukun kuralları çelişmektedir. Bu noktada hukukçu; toplumun kurallarını yasalardan daha altta görüp, toplumu değiştirmeye çalışan bir tutum takınabilir. Diğer seçenek de yasaların toplumun kuralları olması gerektiğini düşünüp, yasaları kimi zaman da yasalara aykırı olarak uygulamayıp, toplumun kurallarını uygulamak. ikinci seçenek hukuku uygulayanların da toplumun bir parçası olan birey olduğundan hareketle hukukun etkisiz kılınmasıyla açıklanabilir.