11 Ağustos 2015 Salı

Hem kırmızılı kadın da çıkmıyor artık istiklale,
Kimse anlamadı onu,
o da artık gitar çalıyor.

Beyaz kadının elinde akordeon,
inadı inat.
büyüyor anlatacakları inatlaştıkça.
Hem uçurtmacının uğramayışı,
eksiltmedi ki hiç maceralarını.

Uçurtmacı mı dediniz,
uçurtma mevsiminde çatı aralarına kaldırdı
uçurtmalarını.
Kitaplar yaktı,
camlar kırdı,
bulut sayıyor.

9 Ağustos 2015 Pazar

Ambulans şoförlüğü hayalinin mesleği değildi. Yazar olmak istemişti hep. Yazar olmanın insanca yaşamakla bir alakası vardı ona göre. Yani yazar olmak için değil, insanca yaşamak için... Kim bilir belki de yazmak için hiç değil.

İsmi Murat'tı. Alabildiğine bilindik bir Türkiye'nin, alabildiğine sıradan bir ismi olabilir, ama aslında yazar olmak isteyen bir ambulans şoförü olması onu elbette diğer ambulans şoförlerinden ayırıyordu. Üstelik bunun için yazması gerekmiyordu bile.

Gündüz çalışırdı. Gece uyurdu. Arada yemek yerdi. Bazen sigara içer, bazen de kadınlarla sevişirdi. Tabii ki aslında İstanbul'lu değildi. sorduklarında söyleyecekleri başka bir memleketi vardı. Bir de sorduklarında ambulans şoförüyüm derdi. Bunu gururla söylerdi, kurtardığı insanların listesini tutar, bununla hava atmayı iyi bilirdi. Yetişemediği insanları hatırlamazdı.

Mesai onun için farklı başlamadı, Taksim/Beyoğlu bölgesinin en hızlı ambulansı onunki diyebilirdiniz. Önce Gezi'nin orada bir Kalp krizi, sonra çay molası, kahvaltı derken Kabataş'ta bir yayanın ezilmesinden sonra gün pek de sakin geçiyordu aslında. Yavaş yavaş yağmur bulutları Taksim Meydanı'nın üstünü sarmaya başlamıştı. Nostaljik Tramvay o sırada heykelin etrafını yeni dönmeye başlamıştı ki yağmur bulutları Taksim'i ıslatmaya başladı. Çok geçmedi telsizden Şişhane'de bir ağır yaralıyı bildirdiler. Adam vurulmuştu. Bilinen tek bilgi buydu. Ambulans şoförü yaralıyı düşünmedi, öldü mü diye düşünmedi, kim vurmuş diye düşünmedi. Ambulans şoförü olmak bunu gerektirir çünkü, profesyonellik budur ambulans şoförlüğünde. Acaba kaç çocuğu vardı vurulanın, yetişemezlerse kaç çocuk babasız kalacaktı?

Biliyor musunuz bu sefer düşündü ambulans şoförü bunları. Bir hikaye yazmak isteseydi böyle bir hikaye yazabilirdi. Vurulan bir babanın yetim kalan çocuklarının kalan hayatıyla ilgili. Belki intikam peşinde koşarlardı, belki umursamazlar hayatlarına devam ederlerdi. Duruma göre çocukların yetimhane maceraları da bir senaryo ortaya çıkarabilirdi.

Hani düşündükçe daha iyi düşünmeye başladığımız zamanlar olur. Bir anda beyin damarlarımızı tıkayan pislikler kaybolur, bir yandan hayaller kurarız bir yandan düşünmeye devam ederiz. Sanıyorum o anda bizim ambulans şoförü Murat'ın başına gelen de böyle bir şeydi. Ambulans'ı hızlıca sürerken aklından geçenler onu gülümsetiyordu. Bir yandan gaza basmaya devam ediyordu tabi. Taksim'den İKSV'nin orası ne kadar ola ki, ne kadar gaza basabilirdiniz? yürüyerek bile en fazla 5 dakika süren bu yol, önü diğer arabalar tarafından açılan bir ambulans için kaç saniye sürer ki...

Ama yol bitmedi işte. yağmurlu bir hava, ıslak yollar ve düşünceli bir ambulans şoförü o yolun bitmemesi için bütün sebepleri bir arada toplamıştı. Kasımpaşa'dan aşağı doğru yuvarlanan ambulansı, yolu TRT'nin oradaki çay bahçesinden izleyenler, azalan ve uzaklaşan siren sesleri olarak takip ettiler bir süre. Sonra ses yok oldu, sonra ince bir sessizlikle beraber yağmur da bulutlarıyla kayboldu. Sanki " artık siren sesi sustuğuna göre gidebiliriz" dedi bulutlar.

Murat mı? Elbette öldü. Belki de ilk defa yetişmeye çalıştığı birine gerçekten yardım etmek istemişti, belki de sadece aklı yazacağı öykülerdeydi. Yazamadı...


6 Ağustos 2015 Perşembe

O günün akşam haberlerinde ölümünü öğreneceğiniz bir adam için gün anormal başlamamıştı aslında. Yüzünü yıkayan bir adamdı. Dişlerini fırçalamadığı çoktu uyanınca.

Bir karakterin kişisel temizliği önemlidir bir öyküde!

Bir işi olsaydı işe gidecekti elbet. Akbilinde parası olmadığından değil, tamamen bunu yapmayı sevdiği için Yedikule'den Eminönü'ne yürüyerek gidecek, ardından  Karaköy'den Şişhane'yi tırmanacaktı. Yemek de yemeyen bir insandı ama bunu sevdiğinden değil, genelde parası olmadığından yapardı. O gün de yemedi. Yaşasaydı, belki ertesi gün yerdi.

Bu yolculuğun en zor kısmı Eminönü'nden sonrasıdır. Çünkü Balık ekmekçiler başlar orada. Taa ki Galata'ya kadar. Eğer ki karnınız açsa daha da acıkırsınız, toksanız da mideniz bulanır. Arası yoktur. Arada olan açtır.

Bu yolun mevsimine göre türlü türlü zorlukları vardır. Karşılaşacağınız zorluklar çıkış saatinize göre de değişebilir. Tedbiri elden bırakmamanız elzemdir. Örneğin Temmuz'un ortasında çıkmışsanız, muhakkak ki susayacaksınız, sıcaktır. Ekim'deyse yağmurlara dikkat etmeniz gerekir. En rahat kış mevsiminde gidilir bilinenin aksine. Çünkü karlar arasında yürümek güzel olur her zaman.

Ölüm haberi akşam bültenlerini süsleyecek olan karakterimiz içinse tek koruma bir mp3 playerdı. Kahramanımızın ne şemsiyesi, ne düzgün bir paltosu ne de güneşten korunmak için herhangi bir edevatı olmadığından, olayın geçtiği mevsimin tercihi sevgili okuyucuya bırakılmıştır.

Şişhane'ye kadar sorun olmadı, ama mevsim ne olursa olsun bir yağmur başladı. Mevsim ne olursa olsun kahramanımızın bir şemsiyesi olmadığından kahramanımız mp3 playerının kulaklıklarını düşürme riskini de alarak umursamazca koşmaya başladı. Kimbilir belki bu Şişhane bizim Haldun Taner'in Şişhanesidir, bir at aynada kendi yansımasına çemkirdi belki o anda. Attila İlhan'ın Tepebaşı'ndaki küçük yahudileri de muhakkak oralarda bi yerdedir. Meyhane Garsonu ise bu sırada elbette intiharını düşünmektedir aynalı pasajın oralarda. Fakat konumuz bunların biraz dışında. Bizimkisi haberlere çıkacak, ona yol yapıyoruz.

İnsan neden koşar? ya kaçar, ya yakalamaya çalışır. bizimkisi de  kaçıyordu işte yağmurdan. Zaten ıslanmıştı çoktan,  ıslanan adam neden hala koşar? Böyle şeyler düşünen bir adam olmadı hiçbir zaman. Bunları onu anlatan ben ve bunu okuyan sizler düşünürsünüz bir ara. Konumuzun bununla da bir alakası yok. Alabildiğine düz bir adam öldüğünde, haberlere nasıl çıkar? O öldüğünde onu haber yapan nedir? Dediğim gibi; yol yapıyoruz.

Mp3 player'da o anda her şey çalıyor olabilirdi. Adamı tanımıyoruz sonuçta. Demet Akalın'dan "Ders olsun" çalıyor olması da muhtemel, Bir Orhan Atasoy da. Bu biraz sonra gerçekleşeceğini düşündüğümüz olayları daha da gizemli kılmaz. Ama eğer konumuz bir ölümse, bir ölüyü daha değerli kılabilir. Pink Floyd dinleyen bir adamın ölmesi sizi daha çok üzebilir. Bu suç değil.

Adamı bulduklarında kanlar içinde yatıyordu. Mp3 playeriın camına kan sıçramış ve kulaklıklar parçalanmıştı. Ayakkabıları yoktu, ambulans da henüz gelmemişti. Hala gelmemişti. Akşam trafiği tabii ki bir kişinin ölmesinden daha önemliydi. Meraklı bakışlar, Meraklı ve Türk bakışlar adamın üzerinde, adam yerde kanlar içinde. Doktor olduğunu iddia eden bir kadın adamı dövercesine bir şeyler yapıyor, sağa sola bağırıyordu.  Yağmur henüz dinmişti. Sanki " artık kanlar içinde yattığına göre gidebiliriz" dedi bulutlar. Ağlayan kimse yoktu. Korkan kimse yoktu. Biraz polis vardı. Biraz da trafik oluşmuştu. Peki ne olmuştu?

Bir araba mı çarpmıştı. Yağmurlu bir havada şemsiyesiz bir şekilde koşan bir adama bir arabanın çarpması haber olur muydu ki? sanmıyorum. Belki de kahramanımız tam bir banka soygunun ortasında gangsterlerin silahından çıkan bir kuşuna kurban gitmişti. Belki bu da haberden daha fazla, filmden çalıntı bi hikaye olurdu. Böyle bi haberden rating bekleyemezsiniz. Peki bu ölenin kim olduğu, o haberleri izleyen hiçkimse tarafından umursanmıyorsa, izleyenlerin umursadığı neydi ki bu ölüm bir haber oldu?

Aslında cevabı bu kadar basit olması gereken bir soru bize neden bu kadar zor geliyor?  Ne izlediğimizi umursamıyoruz mu yoksa? Dikkat etmiyoruz mu etrafımızda olanlara? Soru basit: bu adam neden öldü de önemli oldu ve haberlerde bize haber olarak satılıyor? Ya cevabı bulalım, ya kendimizi azarlayalım. ama bir şey için bir neden bulalım. Çünkü şu sonuca çıkmak istemeyiz hiçbir zaman: O adamın ölmesinin ve bizim yaşıyor olmamızın nedeni aynı: Nedensizlik.